1. Anasayfa
  2. Kütüphane
  3. Antik Yunan Kitaplığı

Platon Kritias e-Kitap

Platon'un Kritias kitabı Atlantis'i ve geçmiş uygarlıkları anlatır. Genellikle sade bir dil kullanan Platon yer yer üstü örtük mecazi ifadeler kullanır.

Platon Kritias e-Kitap

TİMAİOS: Tanrıdan sözlerimin doğru olmasını diliyor eğer yanlış konuşursam da beni cezalandırmasını diliyorum Sokrates. Kuşkusuz bu hak edilen bir ceza olur. Ondan ilaçların en güzelini bilgiyi bize bağışlamasını dilerim. Sen ne dersin Kritias?

KRİTİAS: Seninle aynı fikirdeyim Timaios hatta şimdi anlatacağım şeyler için bu dileğe daha çok ihtiyacım olduğu ortada. Hangi insan senin bu güzel temennine karşı çıkabilir ki? Ancak söyleyeceğim şeylerde yer yer saygısızlığa varacak noktalar olduğunu da biliyorum bu yüzden bana her zamankinden fazla hoşgörü göstermenizi sizlerden istiyorum. İnsanlara tanrılardan bahsetmek biz ölümlülerden bahsetmek kadar kolay değildir. Aslında bizlerin tanrılar hakkındaki bilgileri bellidir. İnsanların ise bir çoğu bilgisiz ve tanrılar hakkında bilgisizce konuşanlara da derhal kulak vermeye hazırlar. Şunu bilin ki biz ölümlerin sözleri bir taklit olmaktan öteye gidemez. Nasıl ressamlar yaptıkları resimlerde çizdikleri tanrı ve insan silüetlerini onların resimlerine bakacak insanlar için bu taklidi mümkün oldukça yakın benzetmeye çalışırsa mesela çizdiği resimde yeryüzünü, gökyüzünü, dağları, denizleri, ormanları, ne kadar iyi taklit edebilirse bizlerin beğenisini de o denli kazanıyorlar. Bunların taklit olduğunu bildiğimiz halde bunu göz ardı eder ve bu şeylerin asılları üzerine konuşmaktan da bir o kadar kaçınırız. Şöyle bir misal vereyim: Bu ressam bir insan vücudu çizse oradaki kusurları hemen görürüz çünkü kendimizi her gün görmeye pek alışkınızdır. İşte bu yüzden de ressamı yeterince iyi taklit edememekle suçlarız. İnsanla ilgili kusurları çokça mesele eder bunların üzerine pek çok kafa yorar ancak gökte olanlar ve tanrılar hakkında bize söylenenlere ne kadar kötü bir taklit olursa olsun hemen kanmaya hazır oluveririz. İşte bu yüzden şimdi anlatacaklarımı hoş görüyle dinlemenizi salık veririm. Sen ne dersin Sokrates?

SOKRATES: Hoşgörümüz seninle olacak Kritias. Aynı hoşgörüyü biraz sonra konuşacak olan Hermokrates için de ifade etmiş olayım ki daha fazla vakit kaybetmeden konuya girelim.

HERMOKRATES: Sokrates ile aynı fikirdeyim. Kritias, unutma ki korkakların anıtları olmaz. Söyleyeceklerinde cesur ol ve Musaları yanına çağırarak bize anlat.

KRİTİAS: Bu iş söylediğin kadar kolay değil Hermokrates. Ancak cesur olmaya çalışacağım. Musalardan önce de Mnemosyne’yi yardıma çağırmam gerek. Çünkü söyleyeceklerim onun elindedir ki hatırlayabileyim. Bir zamanlar Taliplerin anlattığı ve Atinalı Solon’un da bahsetiklerini iyice hatırlayabilmem için güçlü bir hafıza gerek.

Öncelikle Herakles’in o meşhur sütunlarını hatırlayalım. Onların iç bölgesinde yaşayan gruplarla dışında yaşayan gruplar arasında dokuz bin yıl önce bir savaş yaşandığı söylenir. İşte size bu savaşı anlatacağım. Bizim yurdumuz bu savaşın baş sorumlusuydu ama savaşı yürütenler yalnızca biz değildik öte yanda Atlantis’in kralları vardı. O dönemlerde Atlantis, Libya’dan hatta Asya’dan bile büyük olduğu halde zamanla meydana gelen depremler nedeniyle bin yıllar içerisinde yavaş yavaş suya gömülerek kayboldu. O dönemde bugün de olduğu gibi yine dünyada bir çok barbar millet ve Helenler vardı. Aslında bu işin daha da öncesi var dilerseniz orayı da anlatayım.

Bir zamanlar tanrılar dünyayı kendi aralarında kavgasızca pay etmişlerdi. O zamanlar savaşa ihtiyaç yoktu zaten savaşmak onlara yaraşmazdı da. Aralarında adilce paylaşıp haklarına razı oldular ve bölgelerine yerleştiler. Tanrıları bir çobana benzetirsek bizler de onların sürüsü olarak yeryüzünde onların desteğiyle hüküm sürdük. Onların işi bizim bedenimizle değil ruhlarımızlaydı. Aynı babanın iki evladı olan bilgelik ve sanatı tanıyan Athena ile Hephaistos erdemle ve bilgelikle buralarda hüküm sürdüler. İyi insanlar meydana getirdiler ki onların adına yeryüzünü erdemle idare etme işini sürdürsünler. Ne var ki bu erdemli insanlardan ve onların işlerinden pek haberdar sayılmayız. Çünkü zaman onları yavaş yavaş sildi ve giderek çoğalan barbarların nesillerini sürdürmeye devam etti. Geriye kaldıysa kulaktan kulağa fısıldanan yalnız isimleri kaldı ancak yeryüzündeki işleri, erdemleri ve adaletleri unutulup gitti. Barbarlar yalnız bugünlerini düşünüp geçmişe ilgi duymazlar. Bunlara ilgi duymak ancak bir bilgenin işidir ki onlar da kolay yetişmez. Sözlerime pek çok ispat getirebilirim: Kekrops, Erekhtheus, Erikhthonios ve Theseus’dan önce gelen kahramanlardan hangisinin ismi hatırımızda varsa bu Solon’un da söylediği gibi o dönemki savaşları anlatan rahiplerin bu kahramanların isimlerini kaydetmeleri ve söylemeleri sebebiyledir. Çok sayıda erkek ve kadın kahramanlarımızın yanında çocuk kahramanlar bile olmuştu. Demek ki erkek yahut kadın fark etmeksizin doğa bu iki cinsin de yeteneklerini sonuna kadar kullanmasını istemiştir.

Vatanımızda geçimini topraktan gören insanlar yaşıyordu o dönem. Savaşçılarsa ta o zamanlardan ayrılırdı onlardan. Besin ve su herkesin ortak malıydı o zamanlar kimseler hiç bir nimeti kendi üstüne alamaz, bunu iddia dahi edemezlerdi. Kaynaklar herkesin ihtiyaçlarına yetişiyor fazlası ise zaten talep edilmiyordu. Söylenenlere göre vatanımız o dönemler körfezle çevriliydi buradan Kithairon ve Parnes tepelerine dek ta Oropia sınırlarına dek uzuyordu. Diğer yanda Aspos ırmağı boyunca denizlere iniyordu bu eşsiz bereketli topraklar ki çalışmayanları dahi besliyordu. Bugün dahi baktığımızda toprağımızın bereketi gözle görülecek kadar sağlamdır. Meyvelerimiz çeşitli, hayvanlarımız besili, iklimimiz bereketlidir. Ama o zamanlarda şimdikinden çok daha bereketli her çeşitten bolca ürün verdiği söylenegelir. Hem bugünlerde sınırlarımız da değişti. Karadan küçülmekte denizden büyümekteyiz. Bu denizin derinliği çok olduğundan burada pek çok doğal afet yaşanmış. Tepelerden düşen kayalar denizlerin dibini dolduramamış. Neticede bugünkü sınırlarımız o zamanlara nazaran sanki hasta bir insan bedeni gibi zayıf ve solmuş durumda gözükür. Bugün Phelleus tarlası dediğimiz ovalar önceleri geçiş yoluydu. Dağlar ise emsali olmayan bir canlılıkla ağaçlarla çepeçevre kaplıydı. Sayısız çeşit meyveler sayısız çeşit hayvanı besliyor bitmez tükenmez bir canlılık kaynağı oluyordu. O dönemde toprak Zeus’un mevsim yağmurlarını da boş yere israf etmez ormanlar bu yağmurları aralarında pay etmekte hiç gecikmezlerdi. O antik sınırları gezerseniz bugün bile oralarda yapılan tapınakları gözlerinizle görebilir ve sözlerimin doğruluğunu teyit edebilirsiniz. İşte bir zamanlar böyleydi vatanımız.

Şehrimize gelince başta Akropolis olmak üzere o da oldukça değişmiştir. Yağmurlar, sel dolu gecelerde buradan toprağı alıp götürmüş ardından gelen büyük depremler silip süpürmüştü onu. Antik çağlarda gözleri kamaştıran büyük Akropolis ta Eridanos’a oradan İlissos’a dek uzanır, Lykabettos dağının berisinden Pnyks’i içine alırdı. Tepesi düz, her yanı toprak, yamaçlarında sanatçılar ve toprak ekenlerin evleri vardı. Tepede ise, Athena ile Hephaistos tapınağının etrafında savaşçılar yaşardı. Karşıdan gelecek poyrazı eritmek için tepenin etrafına duvar yapmışlardı. Evleri, kilerleri, depoları, kullanmaya hiç ihtiyaç duymadıkları altın ve gümüşleri, ölçülü, adil ve huzurlu bir hayatları vardı. Çocukları ve torunlarıyla birlikte yaşayıp gidiyorlar evlerinin bahçelerinde jimnastik yapıyorlardı. Şimdilerde Akropolis olan yerde bir zamanlar deniz vardı. Bu deniz uzun çağlarda uzun ve tekrarlayan depremler sonucunda kaybolup karaya dönüştü. Ancak sızan izi hala aşağıdadır. Denizle birlikte suyu şifalı bir pınarda aynı biçimde buradan kayboldu. Toplam nüfuslarından eli silah tutanların yirmi bin kişiyi geçmemesine önem verirlerdi. İşte böyle insanlardı onlar. Erdem ve adaletle şehirlerini ve bütün Hellas’ı yönetiyorlardı. Asya ve Avrupa onları güçlü vücutları, asil ruhlarıyla yad ederlerdi. Şüphesiz onların düşmanları da vardı.

Esasen önceleri bu işi araştıran Solon’du. Söylenene göre isimlerin anlamlarını Mısır’dan almış. Solon bunları dilimize çevirmiş, hatta bu yazıları dedemin evinde bulunuyordu. Miras olarak bana geçtiğinde de onları hemen ezberledim. Şimdi de sizlere bunları anlatacağım. Hatırlayacağınız gibi Tanrıların yeryüzünü bölümlere ayırdığını ve kendi adları üzerine tapınaklar kurdurup insanlardan kurban kesmelerini istediklerini biliyoruz. İşte bu bölümlemeden Poseidon’un payına düşen de Atlantis adasıydı. Poseidon, Atlantis adasına ölümlü bir kadından meydana gelmiş çocuklarını yerleştirmişti. Adanın deniz tarafında boylu boyunca verimli bir ova uzanıyordu. Bu ovaya yaklaşık elli stadion (yaklaşık 9 bin metre) uzaklıkta bir dağ vardı. Bu dağın yerlisi Leukippe’nin kocası Euenor diye bir adam vardı. Onların kızları Kleito daha gelinlik çağına varmadan ikisi de öldüler. Bu kızı çok beğenen Poseidon onunla evlendi ve Kleito’nun oturduğu dağın tepesinin etrafını denizden halkalarla ayırdı. Bu halkaların kimisi denizden kimisi de karadan meydana geliyordu. Adanın merkezine bir daire çizerek etrafını ayırdığı için artık oraya başka insanların ayak basmasını engelledi. Çünkü o zamanlar yolculuk yalnız karaya idi ve gemiler yoktu. Toprağın dibinden soğuk ve sıcak su kaynakları çıkararak onlardan bol yiyecekler meydana getirdi. Eşi Kleito’dan beş ayrı zamanda olan ikiz erkek çocuklarını sevgiyle büyüttü ve onlar büyüdüğünde de Atlantis’i on parçaya bölerek en güzeli yerini ilk ikiz çocuklarına bahşetti. Onları diğer kardeşlerinin başına getirdi ve diğer ikizlerine de güzel topraklar ve çok geniş imkanlar bahşetti. Onlara isimleri öğretti ve en büyüklerine Kral Atlas adını verdi. Geriye kalan bütün ada ve Atlantikon bölgesi kendi isimlerini Kral Atlas’tan aldılar. Ondan sonra doğan ikinci kardeşe de tüm adanın Herakles sütunlarından itibaren ta Gadeirus ülkesine dek uzanan bölümünü verdi. Helenlerin Eumelos dedikleri bu krala yerliler Gadeirus derlerdi. İkinci nesildeki ikizlere de Poseidon, birine Ampheres diğerine de Evaimon ismini verdi. Üçüncü nesil ikizlerin isimleri ise Mneseus ve Autokhthon idi. Dördüncü nesil ikizler Elasippos ve Mestor beşinci nesil ikizler de Azaes ve Diaprepes isimlerini aldılar. İşte Poseidon’un nesli böylece bu adada yaşadılar. Onların hükümranlığı okyanuslardan Aigyptos ve Tyrrhenia’a dek ulaştı. Atlasın nesli giderek büyüdü ve şeref içerisinde yaşamaya devam ettiler. Nesiller boyu süren krallıklarında daima içlerindeki en yaşlı kimse hükümdar oluyordu. Dillere destan zenginlikler içerisinde yaşadılar ve adanın öz kaynaklarından çıkan değerli madenler özellikle de oreikhalkon denen çok değerli maden yataklarının üzerinde duruyordu. Bu maden altından sonra en değerli madendi.

İşte bu şekilde ormandan çıkan her şey adada bolca yetişiyor, bu besinler tüm hayvanlara da yetiyordu. Ada’da hayvanların en büyüğü olan filler de bolca vardı. Şimdilerde dünyanın yer yöresinde çıkan otlar, kökler, çiçekler ve ağaçlar o dönemler de ada da bolca bulunuyordu. Hemen her çeşit ürünün ve içkinin yetiştiği ada da eğlence için tükettikleri o kabuklu meyveyi akşam yemeklerinden sonra hazmı kolaylaştırsın diye ve daha nicelerini o üzerine güneş doğan kutsal ada bolca barındırıyordu. Bu zengin toprakların bereketiyle ada sakinleri tapınaklar, limanlar, saraylar, tersaneler yaptılar. İşe nasıl başladıklarını sana anlatayım.

Önce saraya yol açarak işe başladılar ardından eski şehri kuşatan denizin suları üzerine köprü kurarak geçişi kolaylaştırdılar. Bu saray daha ilk zamanlarda tanrılarla ataların zamanında yapılan saraydı. Vakti gelen her kral sarayı biraz daha güzelleştirdi. Saray öylesine güzelleşti ki onu görenler hayranlıklarını gizleyemiyordu. Denizle dışında kalan su halkası arasında üç plethron (üç yüz ayak) genişliği ve bir o kadar daha derinlikte ve elli stadion uzunlukta bir su yolu kazdılar. Ağzı o kadar genişlettiler ki en büyük gemiler bile içeriye girebilsin. Köprülerin de etraflarına üç sıra küreklilerin dahi geçebileceği su yolları açtılar ve bu su yollarının üstünü altından gemilerin geçebileceği yükseklikte örttüler. Denize bağlı olan en büyük su halkası üç stadion genişliğinde ve hemen ardındaki toprak halka da yine üç stadion genişliğindeydi. Diğer su ve toprak halkalarının genişlikleri ise ikişer stadion idi. Yalnızca merkez adayı çeviren su halkasının genişliği bir stadion geliyordu. Sarayın bulunduğu adaya gelince burasının toplam genişliği beş stadion’du. Bu adanın halkasını köprüyü başından tutan taştan bir duvarla çevirdiler ki bu duvar bir plethron (yüz ayak) genişliğinde idi. Köprülerin başına ve etrafta deniz olan her yere kapı ve kuleler yaptılar. Bu işi yapabilmek için gereken taşladı merkez adanın kıyılarından toprak halkadan çıkarıyorlardı. Bu taşlar siyah, beyaz ve kırmızı renklerdi. Bir yandan taşları sökerlerken diğer yandan toprağın altına kayalıkla örtülü çift havuzlar oydular. Bu yapıların kimileri tek renkli kimileri ise çok renkliydi. Muhteşem bir güzellikti! En dışta kalan toprak halkasının etrafındaki duvarı boydan boya tunç ile iç kısmını da erimiş kalayla kapladılar. En görkemli Akropolis’i çeviren duvarı da ateş parıltılı oreikhalkon’la örttüler.

Gelelim Akropolis’in içindeki saraya. Onun tam ortasında Kleito ile Poseidon’a ayrılmış girilmesi yasak olan bir tapınak vardı. Tapınağın altına da bir duvar çekilmişti. Zamanında Kleito ile Poseidon’dan doğan on sülalenin ilk kralları burada dünyaya gelmişler. Her birinin payına düşen kurbanlar her senenin ilk baharda buraya getirilirdi. Poseidon tapınağı da bir stadion uzunlukta, üç plethron genişlikteydi. Ancak diğer görkemli yapılan aksine bu tapınak barbarlar tarafından inşa edilmiş gibi görünüyordu. Çünkü tapınağın dışı baştan aşağı gümüş kaplama yapılmış, akroterionları altından, iç kısmı da fildişi, altın, gümüş ve oreikhalkon’la süslenmişti. Tapınağın içinde altından heykeller vardı. Hele bir tanesi vardı ki bir savaş arabasının içinde ayakta bir silüet altı kanatlı at koştururken görülen tanrı heykeli o kadar büyüktü ki başı tavana kadar değiyordu. Yunus balıkları üzerinde etraflarında halkalanmış yüz kadar nereid görülüyordu. Bundan başka çeşitli heykeller de vardı. Tapınak dışında on kral karısı ve onların soyundan gelenlerin altın heykelleri ve şuradan buradan armağan edilmiş heykeller vardı. Etrafta bir de büyükçe bir kurban yeri vardı.

Yer altı kaynakları bol ve bereketliydi. Şifalı soğuk sular kaynayan sıcak sular bolca fışkırıyordu bu suların içimi de çok lezzetliydi. Su kaynaklarının etrafına yapılar kurulmuş ve buraya uygun ağaçlar dikilmişti. Ağaçların yanı başında kimisinin üstü kimisinin üstü kapalı havuzlar yapmışlardı. Yazın soğuk su ile yıkanacak havuzlar da vardı kışın sıcak su ile yıkanacak havuzlar da vardı. Ayrıca halka ait hamamlar, yalnızca kadınlara mahsus hamamlar, yalnızca yük hayvanlarına mahsus hamamlar da vardı. Bu hamamlarda kullanılan sular Poseidon’un kutsal ormanına akıtılırdı. Bu ormanda toprağın bereketi ve suyun şifası ile her cinsten ulu ağaçlar türemişti. Köprülerin yanından geçirdikleri su kemerleri vasıtasıyla suları dış halkalara götürüyorlardı. Orada bir çok tanrı adına pek çok tapınak, bahçe, erkekler için gymnasion’lar, atlar için idman yerleri yapılmıştı. En büyük adanın ortasında at yarışları için bir stadion genişlikte ve çok daha fazla uzunlukta alanlar yapılmıştı. Bu alanın yakının da kralın muhafızlarının konakladığı kışlalar vardı. En yüksek muhafızlar Akropolis’e en yakın olan en küçük halkada oturuyorlardı. Sadıklığını ispat etmiş olanlar için de Akropolis’in içerisinde sarayın etrafında özel evler yapılmıştı. Tersaneler üç sıra küreklilerle ve bu gemilere gerekli malzeme ile doluydu. İşte sarayın çevresi böyleydi.

Üç dış limanı geçtikten hemen sonra denizin kenarından başlayıp geniş halkalarla limana uzaklığı her taraftan elli stadion tutan halka bir duvar vardı. Bu duvar, su yolunun denize açılan ağzında kapanıyordu. Birbirine bitişik evlerle dolu ve çok kalabalıktı. Bu su yolu ve liman dünyanın her yerinden gelen gemiler ve tüccarlarla doluydu. Bu bölgede gece gündüz ses bitmezdi. Bütün şehir yüksekte kıyıları sarp ve şehrin etrafı düzdü. Bu ova ta denize kadar inen dağlarla çevriliydi ama yüzeyi düzdü. Ovanın bir yanı üç bin stadion uzunluğunda diğer yanı ise denizden yaklaşık iki bin stadion uzunluğundaydı. Ova uzunlama bir dörtgen biçimindeydi düzgün olmayan yerleri de hendek kazılarak düzeltilmişti. Ancak bazı bölgelerinde derinliği bir plethronu bulan hendek kazabilmelerine inanmak çok güç. Ovanın uzunluğu on bin stadiona yakındı. Dağlardan gelen sular ovaya akıyor oradan iki ayrı uçtan şehre varıyor oradan da denize akıyordu. Şehrin tepe yerlerinden ovayı düz bir çizgi gibi kesen ve deniz kenarındaki hendeklere dökülen yaklaşık yüz ayak genişliğinde su yolları iniyordu. Bu su yollarının aralarında yaklaşık yüz stadion’luk mesafeler vardı. Bu su yollarını birbirine bağlayan küçük ara yollar da vardı. Böylelikle dağlardaki odunlar suya bırakılarak indirilebiliyor mevsim ürünleri gemilerle taşınabiliyordu. Yılda ortalama iki defa ürün alınıyordu. Kış aylarında yağmurlar yaz aylarında bu su yolları iş görüyordu.Ada’da toplamda 60 bine yakın asker ve on bin kadar savaş arabası vardı. Diğer dokuz ülkeye hiç girmeyelim çünkü anlatmak çok uzun sürer.

On kraldan her biri kendi sorumluluğundaki toprağa hükmediyor, yasaların çoğunu kendisi koyuyor dilediğini kolayca cezalandırıyordu. Kralların birbirleri arasındaki hukuk ise Poseidon’un emirlerine göre düzenleniyordu. Kralların bunlara uymak için kendi aralarında anlaşmaları vardı. Her beş veya altı yılda bir on kral bir araya toplanıp hepsini ilgilendiren işleri görüşüyorlardı. Eğer içlerinde yasaya karşı gelen olursa onu da kendi aralarında mahkeme ediyorlardı. Toplu bir karar verecekleri zaman önce and içiyorlardı. Poseidon tapınağının etrafındaki kutsal yerlerde başı boş gezen boğalar vardı. On kral’da kurbanı yakalamak için tanrıya dua ediyor ardından demirden silah kullanmadan sopa ve kementle boğaları yakalamaya çıkıyorlardı. Boğayı yakalayan sütunun yanına getirip kurban ediyordu. Sütunun üzeri yasalara karşı gelenler için korkutucu lanetlerle doluydu. Boğayı kurban ettikten sonra bir şarap çanağını doldurup bu çanağa bir kan pıhtısı atıyor ve sütundaki kurban kanını temizleyip ateşe veriyorlardı. Ardından çanağı altın taşlarla doldurup ateşe serpiyorlar sütundaki yasalara tekrar yemin ediyorlar ve tası içip tapınağa armağan ediyorlardı. Gece bastırınca kurban ateşi söndüğünde mavi renk elbiseler giyip and içtikleri sütunların çevresine tekrar gelip küller üzerinde oturuyorlardı. Toplu bir hüküm verdikleri zaman bu hükümleri altın levhalara kazıyor ve hatıra olarak o günkü elbiseleriyle birlikte tapınağa armağan ediyorlardı. Kralların birbirlerine karşı silahlanmaları yasaktı. Eğer krallardan biri bir başka kralın soyunu yok etmeye kalkarsa diğerleri birleşip bozguncu hakkında hüküm veriyorlardı. Hiç bir kral kendi kanından olan birini, diğer dokuz kralın beşi daha razı gelmedikçe ölüm cezasına çarptıramıyordu.

İşte böyle güçlüydü orası. Tanrısal öze bağlı kaldılar ve çağlar boyunca yasalara göre hareket ettiler. Birbirlerine karşı merhametlilerdi. Erdemden daha yukarıda bir şey tutmazlardı. Mallarına erdemden daha fazla değer vermezler, zenginliğin şımarıklığına kapılmazlar ölçüyü bilirlerdi. Böyle düşündükleri için de tanrısal bağlarını kaybetmediler. Ölümlülerle birleşmeleri arttıkça tanrısal öz kaybolup insanlık bağı arttığı için soysuzlaşmaya başladılar. Yavaş yavaş çirkinleştiler, çürüdüler. Giderek birer zorbaya giderek birer doymaz açgözlü nankörlere dönüştüler. Böylece Zeus onları cezalandırmaya karar verdiğinde bütün tanrıları evrenin ortasında topladı ve onlara şöyle dedi..

Paylaş
İlginizi Çekebilir