ANTALYALI FİLOZOF DİYOJEN’İN FRAGMANLARI
M.S 2. yüz yılda Antalya’da yaşayan Diyojen isimli bir filozofun duvar yazıtlarıdırı.
Ölümün kendisinden ve tanrıların bizleri cezalandıracağından gereksiz yere tasa etmeyiniz. Hakikate giden nedenlerin vereceği keyfi ne tiyatrolardan ne hamamlardan ne de güzel kokulardan alınır ki biz bunları kitlelere bıraktık. Hakikate giden nedenlerin verdiği keyif, yalnızca doğa bilimlerinden alınır.
Hayatımın son yıllarını yaşadığım bu zamanda ölüm beni hatırlamadan önce bu hayattaki tatminliğimi kutlamak için bir şiir yazmak istedim. Fakat şeyler hakkındaki yanlış kanaatleri yüzünden insanların büyük çoğunluğu salgını andıran yaygın bir hastalıktan yani cehaletin içindeler ve sayıları giderek artıyor tıpkı hastalığın kişiden kişiye bulaşması gibi. İşte bu yüzden, insanlığa duyduğumuz sevgi bizi henüz doğmamış olsalar da sorumlu olduğumuz gelecek nesillere yardım etmeye sevk ediyor. Şimdi kurtuluşa götüren devaları herkese ilan etmek için bu kemer altına yazımı yazıyorum. Sunduğumuz devalar sınanmıştır; nitekim biz, bizi gerekçe olmaksızın sıkıştıran korkuları defetmişiz, sebepsiz acıları dindirmiş, doğal acılarınsa etkilerini azaltmışız
Bir takım filozoflarla birlikte Sokratçılar da, doğa bilimlerinin meseleleriyle ilgilenmez. Aristo ve Peripatetikler’e göre şeyler sürekli hareket halinde olduğundan hiçbir şey bilimsel olarak bilinebilir değildir. Bizlerse hareketi kabul ederiz ama her bir şeyin doğasının duyu-algıyla hiçbir zaman anlaşılamayacak kadar hızlı olduğunu kabul etmeyiz. Aslında bu görüşü savunanlar beyazın ve siyahın doğasının bilgisine önceden sahip olmasaydı bir şeye bir zaman “bu beyazdır ve bu siyahtır” diyebilirken bir başka zaman “ne bu beyazdır ne o siyahtır” diyemezdi.
Her şeyin başlangıcından beri var ve yok edilemez olan ve diğer şeyleri meydana getiren, element diye de adlandırılan ilk cisimlere gelince; diğerlerinin teorilerini çürüttükten sonra bu elementlerin ne olduğunu açıklayacağız. Herakleitos ateşi; Thales suyu; Diyojen ve Anaksimenes havayı; Empedokles ateşi, havayı, suyu ve toprağı; Anaksagoras her birinin benzerlerini ve Stoacılar maddeyi ve Tanrı’yı element olarak tanımlamıştır. Demokritos ise atomları element olarak tanımlarken doğru yapmıştır fakat bunlara ilişkin kavrayışı bazı açılardan hatalı olduğundan teorilerimizi açıklarken o da irdelenecektir. Şimdi sözü edilen şahıslar aleyhindeki görüşlerimizi dile getirelim; niyetimiz onlarla kavgaya tutuşmak değil, sadece gerçeğin korunmasını istememizdir. Sıralamamızda ilk Herakleitos geldiğinden konuya onunla başlayalım. Ateşin element ve yok edilemez olduğunu söylerken yanılıyorsun Heraklitos; çünkü yok edilebildiğini gözlemliyoruz. Üstelik ateş herhangi bir şeyi meydana getiremiyor da.
……………….. bu …… hiçbir şeydir ….. manasız …. göre hareket etmek, …. sonsuzluk …. hiçbir şey ….. sonuncu …. olamaz … çünkü o (?) biliyor. Var olan şeyler içinde sadece atomların gerçekliği olduğunu, diğer her şeyin şeylerin bir araya gelmesiyle oluştuğunu söyleyerek Demokritos bile yanılgıya düşmüştür. Zira senin anlatımına göre Demokritos, bu durumda bizim gerçeği keşfetmeyi bırak, yaşamamız da mümkün olmazdı çünkü kendimizi ne ateşten ne kıyımdan ne de bir başka güçten koruyabilirdik.
İlk cisimler, ister Tanrı ister insan olsun hiç kimse tarafından parçalanmadığından, kişi bunların katiyen yok edilemediği sonucuna varmak zorunda kalır çünkü yok edilebilselerdi tüm şeyler yok olurdu.
Benzerlik ve görünümlerin gerçek varlıklar olduğu konusunda aynalar da şahidim olacaktır. Aynalarda beliren imge söyleyeceklerimi yalanlamayacak, tam tersi, destekleyici kanıt sunacaktır. Bizden aynalara doğru sürekli bir akış olmasaydı ve bu akış bize bir imge getirmeseydi ne aynada kendimizi görürdük ne de herhangi bir yansıma oluşurdu. Parçaların her birinin tam öndeki noktaya taşındığını görmek akışın gerçekliğine dair ikna edici bir kanıttır. Nesnelerden akan imgeler gözlerimize çarparak dışsal gerçeklikleri görmemizi, ruhumuza girerek de onları düşünmemizi sağlar. Öyleyse gözlerin gördüğünü ruh bu çarpmalar aracılığıyla alır ve ilk imgelerin çarpmasından sonra doğamız öyle geçirgen bir hal alır ki ilk gördüğü nesneler artık mevcut olmasa da zihin ilk imgelere benzeyen imgeleri alır. Böylelikle biz hem uyanıkken hem uyurken imgelemler oluşur. Bunun uyurken de meydana geliyor olması bizi şaşırtmasın; zira imgeler o zaman da bize aynı şekilde akar. Peki, bu nasıl olur? Biz uykudayken tüm duyularımız felç geçirmiş gibi etkisiz olsa da hâlâ uyanık olan fakat duyuların o anki haletini ve durumunu fark edemeyen ruh, kendisine yaklaşan imgeleri alırken sanki hakiki gerçekliklerin somut yapılarını kavrıyormuşçasına onlara ilişkin sınanmamış ve hatalı bir fikir edinir; çünkü sınama araçları o sırada uykudadır. Senin savının aksine, Demokritos, biz şunu söylüyoruz: Rüyaların doğası senin iddia ettiğin gibi Tanrı tarafından belirlenmez ya da uyarı niteliği taşımaz; bundan ziyade, ben derim ki imgeleme neden olan aynı imgeler rüyalara ve düşüncelere de neden olur yani rüyalar belirli doğal varlıklarca üretilir ve netice olarak yanıltıcı sav çürümüş olur.
Yani düşler, Stoacıların savunduğu gibi zihnin boş yanılsamaları değildir. Öyleyse nedir? Düşler gerçekten de zor algılanan bir yapıya sahiptir fakat kesinlikle boş değildir. Örneğin bir kılıç darbesine maruz kaldığımızı ya da uçurumdan düştüğümüzü düşlediğimizde korkudan yerimizden fırlarız. Düşlerimizde cinsel eylemlerde bulunduğumuzda, sırf uyuyor olduğumuz için zevk almadığımızı savunmak ne yersizdir. Böyle büyük gücü olan düşlere kimse boş dememelidir. Buna rağmen Demokritos’un ileri sürdüğü gibi boş olmaması demek düşlerin önsezi sağladığı, mantıklı olduğu ve bizimle gerçekten konuştuğu anlamına da gelmez.
Seslere gelince ki kastettiğim kelime ve cümlelerdir, öğretmen olarak ne Hermes’i gösterelim ne de isimlerin insanların iletişimini kolaylaştırmak için kasti olarak icat edilip öğretildiğini söyleyen filozoflara itimat edelim. Bu saçmadır, tüm saçmalıklardan da saçmadır. Unutmayınız ki o zamanlarda krallar yoktu, yazı yoktu. Yani bir kral buyruğu olmadan herhangi bir kişinin bu kadar büyük miktarda ismi toparlayıp eline değneğini alarak ilkokul öğretmeni gibi “buna tahta diyelim, buna insan, buna köpek, buna da öküz diyelim” demiş olması mümkün değildir.
Anlaşılan o ki suç işleyenler yasaların dayattığı cezalardan korkmadıklarına göre tanrılardan da korkmuyorlar. Bunu kabul etmemiz gerek. Çünkü korksalardı suç işlemezlerdi. Kanaatimce diğer insanlar arasında bilge olanlar, tanrılar öyle istediği için değil, doğru düşündükleri için, özellikle de acı ve ölüm hakkında doğru düşündükleri için erdemliler. Nitekim insanların çoğu ya korku ya da hazlar nedeniyle suç işler. Sıradan insanlarsa yasaların koyduğu cezalar vesilesiyle olabildikleri kadar erdemliler. Bizim öğretimiz insanlara zarar vermez, tam tersi, yardımcı olur. Karşıt öğretiyse zarar vermekle kalmaz, yardımcı da olmaz. Zira sizlere daha önce açıklandığı üzere, biri rahatsızlıkları ortadan kaldırırken diğeri çoğaltır. Bizim öğretimiz sadece yardımcı değildir, diğer öğreti zararlıdır da; Stoacıların yoldan çıkmış olmasından bellidir bu. Çünkü onlar bizim aksimize dünyayı Tanrı’nın yarattığını, hikmetiyle dünyayı gözettiğini, insanlar dahil tüm şeylerin ihtiyaçlarını karşıladığını söyler. Bu durumda akla önce şu soru geliyor: Tanrı dünyayı kendi iyiliği için mi yoksa insanların iyiliği için mi yarattı? Zira belli ki bu sorumluluğu ya kendisi bundan faydalanmak ya da insanların faydalanmasını istediği için üstlendi. Başka türlüsü nasıl olabilirdi ki; şeyler, üstelik tanrı tarafından, bir neden olmaksızın yaratılsaydı? Öyleyse bu görüşü ve Stoacıların ne demek istediğini inceleyelim. Onlara göre, Tanrı bir şehri ve hemşerileri olsun istedi; sanki dünyayı ve insanları yaratan Tanrı, şehirden sürgün edilmiş birisiymiş gibi. Fakat şu aşikâr ki bu önerme boş konuşmadır, uydurmadır, kitlenin dikkatini çekmek için tertiplenmiştir. Gerçeğin peşinde olan, olasılıklardan somut olmayan çıkarımlarda bulunan bir filozofun doğal bir savı değildir. Çünkü ben derim ki Tanrı yok edilemeyen, sonsuz yaşamla kutsanmış ve kendi kendine yeten bir varlıktır. Dahası Tanrı sonsuz zamandır var olmuş ve binlerce yılın sessizliğinin keyfini sürmüşse bir şehre ve hemşerilere ihtiyacı olduğu fikrine nasıl kapılmış? Bu tuhaflığa bir de Tanrının, Tanrı olan Tanrının, hemşerileri olmasını istemesini ekleyiniz. Üstelik bir nokta daha var: Eğer Tanrı dünyayı kendisinin meskeni ve şehri olarak yarattıysa dünyayı yaratmadan önce kendisinin nerede yaşadığı sorusunun cevabını arıyor, bulamıyorum; en azından bu dünyanın biricik olduğunu beyan eden bu insanların öğretisiyle tutarlı bir cevap bulamıyorum. Yani görünen o ki bu insanların Tanrısı o sonsuz zaman boyunca şehirsiz ve evsizmiş, ne bir şehri ne hemşerileri olan, boynu bükük, oradan oraya amaçsızca gezinen talihsiz bir adam gibiymiş, özellikle Tanrı demiyorum. Demem o ki ilahi doğa, şeyleri kendi iyiliği için yarattıysa tüm bunlar manasızdır; insanların iyiliği için yarattıysa daha da başka manasız neticeler vardır. Şimdi tartışmayı dünya ve insan diye ikiye bölelim, ilk olarak da dünyadan bahsedelim. Tüm şeyler gerçekten insanlar için tanzim edildiyse ve insanlara muhalif hiçbir şey yoksa o zaman durumumuz Tanrı tarafından yaratılmış yaratıklarınki gibidir.
Bu yeryüzünden payına ziyadesiyle büyük alanlar düşmüş, meskûn yerleri çevreleyen denizin kendisi pek çok kötülükle dolu olmakla kalmayıp suyu bile içilebilir değil, tuzlu ve acıdır; insanlar onu içemesinler diye sanki Tanrı tarafından özellikle öyle yaratılmıştır. Hatta Ölü Deniz, ki hakikaten ölüdür (üzerinden yelkenli geçmez), şiddetli taşkınlarıyla civarındaki karalarda yaşayan insanlarla arasında önemli mesafeler bırakır, insanlar sabanlarıyla toprağı süremesinler diye tetikte bekliyor gibidir. Dünyaya ilişkin şeyler işte böyledir. Şimdi de insanlara ilişkin şeylere ve bunların takdiri ilahi tarafından layıkıyla tanzim edilip edilmediğine bakalım. Şöyle başlayalım söze: Esasen, bu insan yaratığı iyidir, dostlarım. Kendi iyiliği için erdemliyse ve hoş mizaçlıysa makuldür, önsezilidir ve keyifli bir yaşam sürdürebilir. Fakat bu görüşü savunan Stoacılara göre bu yaratık ne bilgeliğe ne de erdeme sahiptir; zira budalalıkları, tüm insanları engeller.
İnsanları zorba yaparak zulümlere müsaade ediyorsunuz. Tüm dünyada sayısız badireye neden olmuş askerlerden de bahsetmemiz gerek. Hatta bazı kabilelerden de. Sorarım sana Zeus Baba, insanların böylesine büyük kötülüklere maruz kalmasına izin veren tanrıların konuşmalarını duyarsan?
Yeter bu konudan söz ettiğimiz. Gizli kalan anlamların oluşturduğu tuzak hakkında herhangi bir şey söylemeye gerek yok. Pek tabii, bu muğlaklık ve kâhinlerin çetrefilli yoldan çıkmışlığı yüzünden kimi insanların yaşadığı büyük talihsizliklerin kadrini bilmediğimizi düşünmeyiniz.
Sadece refah ve şöhret elde etmek için felsefeyle ilgilenenler o kadar çok ki… Bu kişiler, refah ve şöhretlerini felsefeyi yüce ve değerli bir mülk kabul eden şahıs ya da krallar aracılığıyla temin ederler. Oysa biz aynı yola bu bahsedilenlere ulaşmak için baş koymadık, doğanın özlem duyduğu murada ererek mutluluğun keyfini sürmek için baş koyduk. Ne refah, ne siyasi şan, ne kraliyet rütbesi, ne lüks hayat, ne şatafatlı ziyafetler, ne tercih edilen aşk ilişkileri, ne de başka bir şeyin sağlayabileceği bu muradın niteliklerini açıklayacağız şimdi. Çünkü biz bu yazıyı kendimiz için değil, herkes için, siz vatandaşlar için sözlü izahata gerek kalmaksızın kolayca ulaşabiliniz diye yazdık.
14. Fragman Ek: Kutsal ve yok olmaz varlık ne dert çeker ne çektirir. Öfke ya da lütuf hislerinden etkilenmez; bu hisler zayıflara aittir.
Bunu, evde otururken bile felsefenin iyiliklerini sergileyebilmemiz için tasarladık; tüm insanlara değil de terbiyeli olanlara ve bir de “yabancılar” diye adlandırılanlara ki gerçekte yabancı değildirler; çünkü yeryüzünün farklı bölümleri farklı insanlara farklı ülkeler bahşetse de bu dünyanın tüm kapsamı tüm insanlara tek ülkeyi, yeryüzünün tamamını, tek yuvayı yani dünyayı verir.
15. Fragman-Ek: Ölüm bizim için hiçbir şeydir; çünkü parçalarına ayrılan, artık hissizdir, hissiz olan da bizim için hiçbir şeydir.
Eğer, beyler, bu insanlarla bizim aramızdaki tartışmada “mutluluğa götüren yol nedir” diye sorulsaydı ve onlar da buna “erdemlerdir” diye cevap verseydi (ki bu esasen doğru olurdu) onlarla bu konuda hemfikir olmak dışında herhangi bir adım atmak gereksiz olurdu. Lâkin ben, mesele “mutluluğa götüren yol nedir” değil, “mutluluk nedir ve doğamızın nihai amacı nedir” diyorum. Hem şimdi hem her zaman tüm Greklere ve Grek olmayanlara şöyle haykırıyorum: Haz, hayatın en hoş doruğuyken insanlarca uygunsuz şekilde altüst edilen erdemler (insanlar erdemleri araç olmaktan çıkartıp son kılmıştır), hiçbir şekilde son değil, sona götüren araçtır. Şimdi bunun doğru olduğunu ifade edelim ve başlangıç noktamız yapalım. Peki birisi gelip de “bu erdemlerin kime faydası var” diye sorsa ki bu safçadır, cevap besbelli “insan” olurdu. Erdemler ne uçan kuşun daha iyi uçması ne de diğer hayvanların içinde doğdukları doğayı terk etmeleri içindir; bilakis erdemler bu doğa uğruna her şeyi yapar ve var olur.
Kendini beğenmiş olmak gibi sizi avucuna almış olan bir başka hatadan, sizin öğretinizin içi boşluğunu en bariz ortaya koyan bir hatadan da cayılmasını istiyorum. Bu hata şudur: Şeylere ilişkin bütün nedenler, etkilerinden önce gelmez; bazıları etkilerinden önce gelse de bazıları etkileriyle kesişir, bazılarıysa etkilerini takip eder. Önce gelen nedenlere verilebilecek örnekler, hayat kurtaran yakı ve ameliyattır: Bu tür olgularda şiddetli acı çekilir ve haz bunun hemen ardından gelir. Kesişen nedenlerin örnekleri katı ve sıvı beslenmeye ilaveten cinsel eylemlerdir: Önce yemek yiyip hazzı sonra deneyimlemeyiz. Şarap içip hazzı sonra deneyimlemediğimiz ya da meni boşaltıp sonra haz almadığımız gibi; aksine, bu eylemler daha sonrasını beklemeden bize hemen haz verir. Takip eden nedenlere gelince bunun bir örneği, kişinin kendi değerinin ölümden sonra bilinmesini beklemesidir: Kendisi öldükten sonra geriye hoş anılar kalacağı için kişi şimdiden hazzı deneyimlese de hazzın nedeni daha sonra meydana gelir. İşte siz, bu ayrımları yapamadığınız ve erdemlerin etkileriyle kesişen nedenler arasında olduğunu bilmediğiniz için (çünkü erdemli olunurken de haz alınır) tamamen yanlış yola sürüklenmişsinizdir.
Ruhun içinde olup ruha rahatsızlık veren hisler ortadan kaldırıldığında, onların yerini haz veren hisler alır. Peki nedir bu rahatsızlık veren hisler? Bunlar; tanrılar, ölüm ve acılardan duyulan korkularla doğanın belirlediği sınırları aşan arzulardır. Bunlar tüm kötülüklerin köküdür ve biz onlardan kurtulmadıkça çok sayıda kötülük üzerimize üşüşecektir.
Ölçülü, onurlu ve adilane yaşamadan haz içerisinde yaşamak imkânsızdır ve haz içerisinde yaşamadan da ölçülü, onurlu ve adilane yaşamak mümkün değildir. Kişi bu niteliklerden yoksunsa haz içerisinde yaşaması imkânsızdır.
Acı hafif olduğunda hazzı yok etmez, gelgelelim büyük acı uzun süreli değildir.
Liman ve şehirleri yakıp kül eden bir yangının küçücük bir kıvılcımla tutuşmaya başlaması gibi ruh, duyguları, bu duyguları meydana getiren sebepten çok daha fazla deneyimler. Fakat ruhun bu duygularının üstünlüğünü değerlendirmek sıradan insanlar için zordur: Her ikisinin (yani, ruhun ve bedenin duygularının) uç noktalarını eşzamanlı deneyimlerken doğrudan bir karşılaştırma yapmak imkânsızdır; çünkü bu nadiren meydana gelir ve meydana geldiğinde yaşam yok olmuş, birinin diğerine üstünlüğünü belirlemede kullanılacak ölçüt bulunamamıştır. Buna karşın kişi bedensel acılarla karşılaştığında bu acıların ruhunkilerden çok daha büyük olduğunu söyler. Ve kişi ruhun acılarıyla karşılaştığında bu acıların diğerlerinden daha büyük olduğunu söyler. Zira mevcut olan, mevcut olmayandan her zaman daha ikna edicidir. Ve her kişi ya gereklilik ya da haz vesilesiyle kendisine hâkim olan duyguya üstünlük bahsetmiştir. Gel gör ki sıradan insanların değerlendirmekte zorlandığı bu konuyu bilge bir kişi pek çok etkeni temel alarak hesap eder.
Bedenin haykırışı açlıktan azat olmak, susuzluktan azat olmak, soğuktan azat olmak içindir. Bunlardan azat olup da böyle azat kalacağını tahmin eden kişi mutlulukta Zeus’un bile rakibi olabilir. Arzu edilen ve yoksunluğu acıya yol açan şey tamamen ortadan kaldırıldığında sade tatlar da gösterişli yiyecekler kadar haz verir; ekmek ve su, bunlara ihtiyaç duyan tarafından tüketildiğinde, en yüksek hazzı verir.
Doğamız ruhumuz için iyi olanı ister. Kaldı ki ruh bedenden açıkça daha güçlüdür; çünkü aşırılıkları dizginler ve diğer hisler üzerinde üstünlüğe sahiptir. Aristippos’un savlarına kulak verip içecekler, yiyecekler ve cinsel eylemlerden alınan hazzı yani olup bittikten sonra keyif vermeyen şeyleri tercih eder, sadece bedenle ilgilenir, ruhu ihmal edersek kendimizi en büyük hazlardan mahrum etmiş oluruz.
Kişi, Demokritos’un teorisini benimseyip birbirleriyle çarpıştıkları için atomların hareketlerinin özgür olmadığını ve buna bağlı olarak tüm hareketlerin gereklilikle belirlendiğini iddia ederse ona şöyle diyeceğiz: “Atomlarda Demokritos’un keşfedemediği ama Epikür’ün doğal olaylara bakarak gün ışığına çıkardığı özgür bir hareket, yoldan çıkan bir hareket olduğunu bilmiyor musun sen, her kimsen?” Burada dikkate alınması gereken en önemli şey şu: Kadere inanılıyorsa tüm nasihatler ve tenkitler hükümsüzdür ve kötü kişiler bile adilane cezalandırılmaz çünkü günahlarından sorumlu değildirler.
Bilgeliğe evrensel olarak ulaşmayacağız zira herkes buna muktedir değil. Fakat bir an için bunun mümkün olduğunu düşünürsek işte o zaman tanrıların yaşamları gerçekten insanlara geçecektir. Çünkü o zaman her şey adalet ve müşterek sevgiyle dolu olacak, herhangi bir tahkimata ve yasaya ya da birbirimiz yüzünden icat ettiğimiz hiçbir şeye gerek kalmayacaktır. Tarımın getirdiği gerekliliklere gelince o zamanlarda kölelerimiz olmayacağı için (sabanımızı kendimiz sürecek, toprağı kendimiz kazacak, nehrin suyunu kendimiz yönlendirecek ve mahsullere kendimiz bakacağız)? Bu faaliyetler gerekli olan şeyler doğrultusunda yapılacağı için ortak felsefe çalışmalarının sürekliliğine sekte vurmayacaktır çünkü tarım işleyişleri doğamızın istediğini sağlayacaktır.
Baht bize kötülük getirebilir fakat bu nadiren olur çünkü bahtın ateş gibi ele geçirebileceği bir yakıtı yoktur. İşte bu yüzden Epikür, bahtın şeyler üzerindeki etkisini tamamen dışlamamış tek tük anlarda bu etkinin mümkün olabileceğini kabul etmiştir. Kazara olan şeyler bilge kişinin mizacında işte böyle yani nadiren baskın olan şeyler olarak betimlenir.
Şiddetli acılar uzun sürmez: Kişinin ya hızla canını alır ve kendileri de böylelikle yok olur ya da keskinlikleri azalır.
Kişi acıdan can çekişirken ona ıstırap çığlıkları attıran doğadır fakat tamamen sağlıklı bir hale kavuşamamaktan şikâyet etmek doğaya aykırıdır.
Kişi, serveti doğal olanın ötesinde bir şey olarak kabul etmelidir, taşmakta olan suyun kabına fayda sağlamaması gibi. Biz ihtiraslardan arınmış olduğumuz için diğer insanların sahip olduklarına haset etmeden bakıp onların aldığından daha safça haz alabiliriz.
Gösterişli yiyecek ve içecekler bedeni ne zarardan korur ne de sağlıklı kılar. Şöhret ve benzeri şeyler için duyulan boş arzular sadece boş değildir, bunların tatmin edilmesi de bir o kadar zordur. Çok içip sürekli susamış olmak gibidir.
Kişileri soylu ya da soysuz yapan herkese eşit olan doğa değil, kişilerin eylem ve mizaçlarıdır. Baht diye adlandırdığımız tesadüfler nadiren hayata müdahale eder. Her şey genellikle bizim elimizdedir.
Mutluluğun tamamı mizacımıza bağlıdır ve mizacımızın efendisi bizizdir. Askeriye tehlikelidir ve birileri diğerlerinin astıdır. Kamu önünde konuşmak kişileri ikna etmeyi gerektirdiğinden kışkırtma ve asabiyet demektir. Öyleyse diğer kişilerin kontrolü altında olan böyle bir mesleği neden tercih ederiz?
Dostlarım, bu yazımla size hitap ederken çoğu insanın ruhen sağlığına kavuşacağından eminim. Bunu neden söylüyorum? Devalar ne? Bu yazı, sevgili dostlarım, hem kendimize hem başkalarına yardımcı olacaktır; zira ben bu yazıyı hemşerilerimin yararına ve her şeyden önemlisi torunlarımıza yardımcı olmak isteğiyle yazdım, olur da bu kemer altının civarında yürüyüp bu yazıyı okurlar diye. Bir de aramızdaki eğitimli yabancılara iyi niyetimi göstermek için yazdım. Ve zihinsel sükunetin hem fiziğe hem hislere ilişkin konuların bilgisi aracılığıyla doğduğunun kesinlikle farkında olduğumdan burada ifade ettiğim devaların kurtuluşa götürdüğünü biliyorum.
Kimileri ölümden korkar çünkü ölüm demek hayattaki güzel şeylerin kaybedilmesi demektir. Fakat bu korku boşunadır: İyi şeylerden mahrum bırakıldığında, kaybını idrak eden her insan eşit derecede endişe duyar. Peki, kişi kaybını idrak etmezse kaybı nedeniyle nasıl ıstırap çeksin ki?